Patates cipsi yemeden yaşayamayanlardan mısınız? Ve bunun için suçluluk mu duyuyorsunuz? Cipsler bir zevk ve rahatlık kaynağı olmaktan suçluluk, stres ve hatta kendinden nefret etme kaynağına mı dönüşüyor? Peki acaba bu duygu yeme alışkanlığını nasıl etkiliyor?
Michael Moss’un çok satan kitabı Tuz Şeker Yağ: Gıda Endüstrisi Bizi Nasıl Bağımlı Hale Getirdi? (Salt Sugar Fat: How the Food Giants Hooked Us), gıda bilimcilerinin satışları artırmak için hayatlarını mümkün olan en çekici ve bağımlılık yapan yiyecekleri test ederek ve yaratarak geçirdiklerini ortaya koyuyor. Bu bilim insanları, duyusal faktörlerin ve kalori uyarımının bir kombinasyonu olan “yemek keyfi” ilkelerini inceliyorlar. Üretilen her yiyecek içecek ürünü, nihai “mutluluk noktası” olarak bilinen, zevk duygularını uyandıran şekerin, yağa ve tuza ideal oranı bulunana kadar tüketici grupları arasında yıllarca test ediliyor. İşte bu mutluluk noktası, tüketicilerin daha fazlası için geri gelmesini sağlayan şey.
Bir bakıma patates cipsi gibi bir ürünün mutluluk noktası, tüketicilerde bağımlılık benzeri eğilimleri tetikleyen nokta olarak tanımlanabilir. Moss’un araştırmasına göre, “narkotikler” ve yiyecekler, özellikle tuz, şeker ve yağ oranı yüksek yiyecekler, birbirine çok benzer. Yutulduktan sonra, aynı nörolojik devreleri kullanarak beynin zevk bölgelerine, vücudumuz tarafından doğru şeyi yaptığımız için bizi keyifli duygularla ödüllendiren bölgelere ulaşmak için aynı yollarda yarışırlar.
Kaşık dolusu yiyebilir misiniz?
Beslenme uzmanı Kelly Abramson da şeker, tuz veya yağın kendi başlarına bağımlılık yapmadığını belirtiyor. Ağzınıza kaşık dolusu tuz ve hatta şeker attığınızı hayal edin, kesinlikle bir paket cips kadar hoş olmayacaktır. İnsanı gerçekten etkileyen şey, doku ve sıcaklık gibi diğer duyusal deneyimlerin eşlik ettiği tuz, şeker ve yağın doğru kombinasyonudur. Bu kombinasyon her zaman kalori açısından yoğun ancak yüksek haz uyandıran yiyeceklerle ilişkilendirilir.
Abramson, “Bir yiyeceğin bizim için kötü olduğuna inanıyorsak, onu yemek için daha güçlü bir biyolojik dürtü duyuyoruz. Onu her düşündüğümüzde, beynimizde zevk alma duyularımızın çalışma şekli nedeniyle yeme dürtümüz güçleniyor. Yiyeceğin hedonik indeksi aslında ona sahip olamayacağımızı hissettiğimizde artıyor” diyor.
Bu yaklaşıma göre yiyeceğin içinde ne olduğuna dair takıntımız, zevki elimizden alıyor ve bizi yemeği daha çok istemeye itiyor çünkü hiçbir zaman kendimize ondan tam anlamıyla zevk ve deneyim alma izni vermiyoruz. Bu yoksun bırakma zihniyeti, ne kadar yediğimizi kontrol ettiğimiz veya tüketim eyleminden dolayı kendimizi suçlu hissettiğimiz için belirli bir yiyeceği yememize izin verdiğimizde bile ortaya çıkıyor. Sonuçta bu işin içinden çıkılmaz bir döngüye dönüşüyor. Kendimizi rahat bırakıp suçluluk duymadan yediğimiz şeyin tadını çıkardığımızda ise bu duygudan aslında özgürleşiyoruz.
En iyisi kalori saymayı bırakmak gibi görünüyor. İşte bu nedenle katı bir yemek planını takip etmek veya ne yediğini takip etmek yerine tek bir kural öneriliyor: Acıkınca ye, doyunca bırak.
Kaynak: https://medium.com/