İkisi arasına sıkışıp kalırsanız hangisini seçersiniz? “Aşk karın doyurmuyor” diyerek mantığınızı mı, “Parasız olur ama aşksız asla” diyerek kalbinizi mi? Sinemanın unutulmaz karakterleri ise aşkın peşinden gitmeyi tercih ediyor. Tanıdık bir soruyla başlıyoruz: Aşk mı para mı? Yani aşkı tercih edip Don Kişot mu olmak istersiniz, yoksa “para, para, para” diyen bir Napolyon mu? Herkesin kendince bir yanıtı var ancak durum oldukça karışık. Çünkü içinde yaşadığımız tüketim kültüründe gençlerin kalbi aşktan yana atarken, yaş ilerledikçe öncelik para oluyor. Parayı tercih edenlerin gerekçesi ise genellikle “huzur” şemsiyesi altında toplanıyor. Rakamlar ne diyor?
Prince & Associates tarafından yapılan ve Wall Street Journal’da yayınlanan araştırmaya göre:
-Kadınların 3’te 2’si, erkeklerin ise %50’si para için evlenmeyi kabul edeceklerini söylüyorlar. 30’larındaki kadınların %74’ü parayı tercih ederken, 20’lerindeki erkeklerin %59’u oyunu aşktan yana kullanıyor.
-40’lı yaşlardaki erkeklerin %61’i parayı aşka tercih ediyor ve eşlerinin kendi parasını kazanmasını istiyor.
ForbesWoman ve YourTango’nun ortak araştırması da benzer şeyler söylüyor: Kadınların %75’i işsiz birisiyle evlenmeyeceklerini, %65’i ise kendileri işsizse, yine evlenmeyeceklerini dile getiriyor.
Yapılan araştırmalar, Türkiye’de insanların yaklaşık yüzde 70’inin (artık) parayı tercih ettiğini gösteriyor. Gerekçeleri ise “aşk karın doyurmuyor.” Yaş gruplarında ise 25 yaş altı gençler aşkın peşinden giderken, 25-50 yaş, tercihini paradan yana koyuyor. Dünyada da durum değişmiyor. Amerikalılar’ın yüzde 52’si iş güvencesinin yani paranın bir ilişkide en önemli etken olduğunu düşünüyor. Erkeklerin yüzde 23’ü, partnerlerinin kazandığı paranın ilişkiye başlamada belirleyici olduğunu düşünürken, kadınlarda bu oran yüzde 41’e kadar çıkıyor. Boşanmalarda ise erkeklerin yüzde 5’i, kadınların ise yüzde 14’ü yeteri kadar para kazanmadığı için eşlerini terk ediyor.
Aşkın parayla imtihanı
Aşkın zamanlar arası yolculuğu büyük farklılıklar gösteriyor. Aşk kavramı, en tutkulu zamanlarını 17. yüzyılda yaşıyor. Batı’dan Romeo ve Jüliet rüzgarı eserken, Doğu’da Leyla ile Mecnun fırtınası kopuyor. Aşkı uğruna ölmeyi göze alan tutkulu aşıkların ilki düşman aileler yüzünden diğeri sınıf farklılıkları yüzünden tüm zamanların unutulmaz sembolleri olmaya devam ediyor.
18. ve 19. yüzyıl ise aşktan öte evliliklerle ön plana çıkıyor. Kadın ve erkek arasındaki mesafe ortadan kalkınca mantık devreye giriyor ve “sonsuza dek birlikte” yaşama fikri ağır basıyor. Artık aynı mekanda yaşayabilen aşıkların durumunun rakamlara dökülmesi ise ilk olarak 20. yüzyıla denk geliyor. Artık, ne uğruna ölünen aşklar var, ne de birlikte yaşama tutkusu. Aşklar da bu devirde ölümlü olduğu için ne demiş Şair Nazım, “Seni asarlarsa yaşayamam” diyen “kalbinin kızıl saçlı bacısı” Piraye’ye; “En fazla bir yıl sürer yirminci asırlılarda ölüm acısı…” Varsa yoksa aşkın ömrüne zaman biçen uzmanlar ve yanıtların peşine takılan milyonlar… 21. yüzyılda ise durum daha trajik bir hal aldı ve “Hiyerarşik toplum düzeni” hiç olmadığı kadar güçlendi. İnsanlar her şeyden çok çabuk sıkılır oldu, aşık olmadan önce farklı kararlarla yol almaya başladı, mantık her zamankinden fazla devrede oldu ve her şeyden önemlisi “sınıfsal” durumlar fazlaca etkin olmaya başladı.