Oya Ayman. Gazeteci-yazar ve aktivist. Buğday Derneği koordinasyon kurulu üyesi, Zehirsiz Sofralar Projesi’nin iletişim direktörü. Daha iyi daha sağlıklı daha kaliteli özetle olması gerektiği gibi doğal, doğadan yaşam için toplumsal katkı üreten birey. İğneyle kuyu kazan gruptan biri.
Gazeteciliği, Türk Haberler Ajansı’nda başlıyor, benimle arkadaşlığı Güneş Gazetesi’nin “güneş gibi” günlerinden… Sonra Yeni Yüzyıl, Aktüel, Tempo, NTV, Coşkun Aral’la Haberci…
Bunlar hayatının bir dönemi, sonra kendi deyimiyle hayatının başka bir dönemi başlıyor. Evleniyor oğlu doğuyor. Bodrum’un Yalıkavak köyüne taşınıp, bir köy evinde yaşamaya başlıyor; toprakla birlikte üretimle yoğrulduğu dönem.
Ayman bu arada Buğday Hareketi’nin içinde yer aldı. Buğday, bir ekolojik yaşam hareketi. Üretim ve tüketim yöntem ve biçimlerinin doğa dostu alternatiflerle değiştirilmesi, örnekler modeller oluşturulması konusunda çaba gösteriyor. Bir dolu proje üretiyorlar.
Türkiye’de 18 adet ekolojik pazar yeri var, sayıları giderek artıyor. Buğday Derneği bu pazarları denetliyor, iyi tarım yapmak isteyen tüm münferit çiftçi ve üreticinin yanında yer alıyor, aktif lobi faaliyeti yürütüyor. Örneğin gururla ifade edilecek son başarıları 16 tarım zehrinin yasaklanmasını sağlayacak çalışmalarda başarılı olmaları. Ama anlıyorum ki, peşinde oldukları çok zehirli 9 maddenin hala yasak kapsamına alınması için çaba gösteriyorlar. Aşağıda detaylarını okuyacaksınız Türkiye’de 340’a yakın zehirli tarım katkısı tarım alanlarında kullanılıyor.
Bu söyleşi için beni tetikleyen konu 16 tarım zehrinin yasaklanmış olması… Yediklerimizi o kadar umarsız ve sorgulamadan tüketiyoruz ki, sinir, hormon sistemimiz ki, bağışıklık sistemimizi baskılıyor… çocuklarda gelişim bozukluğuna sebep oluyor… Anne sütünde, dünyaya yeni gelmiş bebeğin ilk dışkısında, göbek kordonunda görülebiliyormuş.
İsterseniz söyleşiyi youtube’dan izleyebilirsiniz.
Yaprak Özer: Oya sen de şehirlerden kaçan, mutluluğu doğada yakalayanlardan birisisin. Nerede yaşıyorsun, diye soracağım ama tabi ki adres istemek olarak algılanmasın.
Oya Ayman: Adresi versem de bulmak çok kolay değil. Dağ başında yaşıyorum. İzmir’in güneydoğusunda, 650 metre yükseklikte yayla gibi bir yerde, dağ köyünde yaşıyorum. Yaşadığım yere en yakın köy 4 km uzaklıkta. Aslında yaşadığım yer biraz mezra… Terk edilmiş bir köyde 3-4 hane, hepsi şehirden gelmiş sonradan burada yerleşmiş insanlar. İstanbul’dayken arkadaşım olan insanlar. Burada çok güzel komşuluk yapıyoruz.
Yaprak Özer: Terk edilmiş bir köy olmasının, yeni kentli köylülerin orada yer almasının nedeni ne?
Oya Ayman: Aslında Türkiye’de çok değişik bir kavram değil terk edilmiş köyler… Biliyorsun kentleşme oranının çok yüksek olduğu ülkelerden birinde yaşıyoruz. Özellikle köylerin büyük şehir statüsünde mahalleleşmesinden sonra bu oran çok yükseldi. Yüzde 90-95’lere varan bir kentleşme oranı… Ama gerçekte değil kağıt üzerinde. Gerçekte de yüzde 80’lere varan bir kentleşme oranından bahsedebiliriz. Burasının terk edilmiş bir köy olmasında iki tane neden söylüyorlar. 25 yıl önce terk etmiş burayı insanlar. Son bir yaşlı kalmış o da aşağıya inmiş. Bir zamanlar burada bağcılık yapılıyormuş kuru tarım, hayvancılık yapılıyormuş. “Su bitti, onun için inildi” gibi bir iddia var. Bu doğru olabilir gerçekten çünkü ben buraya yerleşeli 6 yıl oluyor ve 6 yıl içerisinde iklim değişikliğinin ve var olan kuraklığın etkilerini yakından yaşadım. 6 yıl gibi kısa sürede ben dahi o giderek ısınan havayı gözlemleyebiliyorum. Ben geldiğimde burada ilk 20 gün inanılmaz kar yağıyordu. Şimdi kışın 1 gün öylesine yağıp geçiyor. O yüzden suyun bitmiş olması azalması nedeniyle göç etmiş olmaları muhtemel.
Yaprak Özer: Ama siz hayatı devam ettirebiliyorsunuz.
Oya Ayman: Evet. Şöyle… Terk etmişler ama o zamanlar artezyen, yani bir yeraltı suyu meselesi yokmuş. Biz geldiğimizde, yağmur suyu toplama yöntemiyle tarım yapmaya başladık. 6 yıl önce yağmur suyunu depolayabilirim, yazın da o yağmur suyunu kullanabilirim diye düşündüm. Şebekeden bağımsız bir evde yaşıyorum. Öyle tasarladık evi. Enerjimi güneşten ve rüzgardan sağlıyorum. Bu bana yetiyor. Yağmur suyunu çatıdan hasat ederek kullanım suyumu yağmurdan elde ediyorum. Sıkıntılı bir hayatım da yok. Kırsalda ihtiyaçlarımı karşılayabileceğim yeterli bir oranda enerjiyi ve suyu elde edebiliyorum.
Yaprak Özer: Tüketici kelimesini neden sevmediğinizi anlıyorum, tüketip yerine koyar ya da zarar vermezsen güzel bir şey… Çok yararlı bir tüketim örneği sergiliyorsun …
Oya Ayman: Aslında tüketim kelimesini sevmememizin nedeni kelimenin içeriğiyle ilgili… Tüketmekten kaynaklanan bir şey… Bizim daha çok yapmak istediğimiz ve üzerinde durduğumuz şey, “ türetmek” ve kullanmak… Yani bir şeyi tüketmeyelim ve var olan sisteme gezegene geri verdiğimizde kullandığımız her ne ise her şey su olabilir enerji olabilir işte toprağı kullanıyor olabiliriz tohumları kullanıyor olabiliriz kozmetik kullanıyor olabiliriz ne ise o… Bunu sisteme verirken diğer canlıları da gözeterek ayak izimizi en küçük olabilmesine dikkat ederek bunu yapmamız… O yüzden kullanım ve türetmek sözcüğünü kullanmayı daha çok tercih ediyorum.
Türetmek de şöyle… Tüketici ile üretici arasındaki bağ son 60-70 yılda koptu. Bu kentleşme ile de ilgili bir şey tabii ki ve üretimle tüketim arasındaki bağ koptuğu için de tüketici olan insanlar sofraya gelen gıdadan üzerlerine giydikleri kıyafete kadar her türlü tüketimlerini kimlerin ürettiğinden bihaber olarak yaşamaya başladılar.
Birtakım insanlar-şirketler bir şeyler üretiyorlar, onlar marketlere geliyor, onlar da satın alıyorlar. Burada fiyat, kalite, öne çıkan markalar ve tabii ki, reklam ve tanıtım etkili oluyor. Fakat üretimde çok ciddi bir kirlilik söz konusu ve o yüzden bizim tüketiciler olarak üreticimizi tanımamız ve üretim süreçlerinin farkında olarak tüketimlerimizi hayata geçirmemiz gerekiyor.
Yaprak Özer: Sorumlu ve bilinçli…
Oya Ayman: Evet. Sorumlu tüketici anlamında “türetici” demeyi tercih ediyoruz.
Yaprak Özer: Corona senin şaşırdığın bir şey mi oldu?
Oya Ayman: Yani tabii ki insan bunu çok fazla öngörmüyor. Bir hastalık geliyor herkesi evine kapatıyor. Çok hızlı yayılan, ölümcül bir virüsten bahsediyoruz. Elbette şaşırdım ama şu anda insanların tüketimlerini kısması gerektiği, insanların evlere kapanıp aslında hayatlarında neyin önemli olduğunu görmelerini sağlaması açısından çok da şaşırmadım. Corona olmasaydı da ve bundan sonra herhangi bir ikinci-üçüncü dalga, yeni virüsler gibi şeyler olmasa da bizim hayatımızı değiştirmemiz gerekiyor. Tüketimlerimizi azaltmamız doğaya nasıl ne kadar zarar verdiğimizi gözden geçirmemiz, yaptığımız seçimlerle neyi tercih ediyorsak onun çoğalmasını sağlıyoruz ve biz tercihlerimizle ya ekolojik ya da kirleten bir şeyi destekliyoruz. Kirleten bir şeyi destekleyerek, gezegenin kirlenmesine yol açıyoruz. Biyolojik çeşitliliğin yok olduğu bir sistemde, bağışıklık sistemimizin çökmesi-zayıflaması çok normal. Biyolojik çeşitliliğin zayıflamasıyla bağışıklık sisteminin zayıflaması arasında bağlantı olduğunu gösteren ciddi araştırmalar var. Bu anlamda bağışıklık sistemimiz ve koruyucu sağlık açısından doğa dostu yaşamanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi Corona… Biyolojik çeşitliliğe ne kadar fazla müdahale ettiğimizi, insan olarak yaban hayatına ne kadar fazla girdiğimiz ve o yaban hayatının içerisinde bize ne kadar fazla yabancı olan şeyler olduğunu yeniden keşfetmemizi sağladı. Corona olmasa da iklim değişikliği ve kirlilik nedeniyle hayatlarımızı yeniden gözden geçirmemiz ve doğa dostu yöntemlere ve alışkanlıklara dönüşecek bir yaşam biçimine evrilmemiz gerekiyor.
Yaprak Özer: Şu 16 tarım zehrinin yasaklanmasına geçelim. Biz 16 adet zehri ne şekilde alıyormuşuz, nasıl zehirler?
Oya Ayman: 16 tarım zehri dediğimizde pestisit tanımı, tarım zehri bitkilerin yani gıdanın yetiştirilmesinde kullanılan ilaç adı verilen ama aslında zehir olan yani iyileştirmeye yönelik değil, zehirlemeye yönelik olan bir maddeden söz ediyoruz. Bunlar tarımda kullanılan etken maddeler; istenmeyen yabancı otlar için kullanılıyor. Oto öldürücüler; böcek öldürücüler; arıları öldürmekten bitkiler için zararlı böcekleri öldürmeye kadar… İnsektisit dediğimiz böcek öldürücüler, etken maddeler var. Birtakım hastalık yapıcı mantar öldürücüler var ve bunun dışında da akarisit dediğimiz başka birtakım tarım zehirleri var. Onlar da küçük parazitleri öldürüyorlar. Bu zehirler çiftçiye verim için gerekli, çünkü hastalık yapıcı birtakım böcekler ve mantarlar var ve otlar da bitkileri boğuyor ve verimi etkiliyor. Biz zehri atarsak bunlardan kurtuluruz diye bakıldı.
Bu zehirlere önce tüketici açısından bakalım öncelikle çiftçi ve tüketici sağlığını çok ciddi ölçüde etkiliyor. Çiftçinin ve ailesinin sağlığını ciddi anlamda etkiliyor. Ne yapıyor? O zehri atarken çiftçi bir koruyucu kıyafet giymiyor elleri eldivenli olmuyor. Kırsalda yaşıyorum bugüne kadar koruyucu kıyafet giyip maske takıp eldivenle zehir atan bir çiftçiye rastlamadım. Çiftçiyi zehirliyor bir, ikincisi üreme sağlığını tehdit ediyor; hormonal sistemde bozukluklara yol açıyor. Bu zehirler kanserojen ve kronik rahatsızlıklara neden oluyor. Sağlığımız açısından bakarsak bitkilerde kalıntılara neden oluyor. Maksimum kalıntı limiti denilen bir miktar var bitkilere zehir atılırken. Tarım Bakanlığı bu maksimum kalıntı limitlerini belirlemiş; zehirleri belli bir oranda bitkiye verdiğinizde sağlığımızı bozmuyor… Sigara içmek gibi; bir kere sigara içersen hadi 10 kere içersen de olmaz ama 30 yıl sigara içersen… 30 yıl bu gıdaları yersen kalıntı olarak dengesizliklere, bağışıklık, hormonal sistem bozukluklarına, tiroid, lösemi lenf bezi, meme, prostat kanseri gibi birtakım kanserlere neden olabiliyor. Çocuklarda ve bebeklerde 10 kat daha etkili bu zehirler… Nörolojik sistemde birtakım gelişim bozukluklarına yol açıyor. Hiperaktiviteden tut da diğer sinir sistemi hastalıklarına neden olabiliyor.
Dünyada şu anda kullanılan yaklaşık 1000 kadar pestisit etken maddesi var. Bu 1000 etken madde çok fazla markayla piyasaya sunuluyor. Türkiye’de de 340 civarında pestisit etken maddesi var. Bunun 16’sı yasaklandı.
Yaprak Özer: Yani daha çok yolumuz yolunuz var.
Oya Ayman: Daha çok yolumuz var. Ama tabii bu etken maddelerden biz Buğday Derneği olarak 100 kadar sivil toplum kuruluşuyla iş birliği yaptığı Zehirsiz Sofralar sivil toplum ağı ile birlikte 13 tarım zehrinin yasaklanmasını istedik. Bu 13 tarım zehri Dünya Sağlık Örgütü tarafından çok tehlikeli; muhtemel kanserojen ve aşırı zararlı olarak belirleniyor. Bu 16’dan sadece 4’ü çok zehirli dediğim pestisitler arasında. Şimdi biz geriye kalan 9 tanesinin daha yasaklanmasını istiyoruz… Bu yasaklamalar yapılırken aynı zamanda çiftçiye alternatiflerini de sunmamız gerekiyor üretim devam ediyor.
Yaprak Özer: Sunabiliyor muyuz?
Oya Ayman: Sunabiliyoruz elbette. Çünkü Türkiye’de ve dünyada doğa dostu yöntemlerle üreticilik yapan binlerce çiftçi var. Bunların bir kısmı organik tarım, bir kısmı biyo dinamik tarım yapıyorlar. Bir kısmı da organik sertifikasız ama doğa dostu yöntemlerle tarım yapıyorlar. Örneğin, üniversitelerde birtakım böcekleri salıyorsunuz doğaya, o böcek bitkinize gıdanıza zarar veren böceği öldüren bir prohibitör oluyor yiyor ve böylece doğal dengeyi bozmadan ve herhangi bir zehir kullanmadan biyolojik mücadele adı verilen yöntemle bitkilerinizi, gıdanızı yetiştirebiliyorsunuz. Bunun gibi kültürel önlemlerimiz var. Doğa dostu ilaçlar var.
Yaprak Özer: Biraz daha zahmetli herhalde… Çünkü anladığım kadarıyla bu zehirli olan maddeler görüntüde bitkinin hızla büyümesini bir yerine iki defa ekip biçme olanağı veriyor değil mi? Ne önerirsin?
Oya Ayman: İzin verirsen önce doğru bilinen bir yanlışa dikkat çekmek istiyorum. O da bu verim meselesi… Aslında çok yanlış bilinen bir şey. Tarım zehirleri ilk yıl 2’nci 3’üncü yıl çok yüksek verim veriyormuş gibi görünebilir, bir yanlış aldatmaca çünkü bu zehirlerin yüzde 98’i toprağa, suya, havaya karışıyor sadece yüzde 2’si hedef organizmaya gidiyor. ABD’den bir rakam vermek istiyorum. 1942 yılında ürün kaybı yüzde 31’miş 2011’de ürün kaybı yüzde 37 ve aynı dönemde böcek öldürücü kullanım rakamı 10 kat artmış. Demek ki, verimi etkilemiyor bu pestisitler ve dünyada aslında bizim çok fazla gıda yetiştirmemize falan ihtiyacımız yok. Bugün Türkiye’de dünyada üretilen gıdanın üçte biri Türkiye’de üretilen gıdanın dörtte biri sadece sofradan çöpe değil hasattan tezgaha kadar heba oluyor. Biz bu üçte biri bir şekilde kazanabilirsek israfı o noktada ve dağıtım kanalları açısından israfı önlersek aslında o verime de çok fazla ihtiyacımız yok yani verim denilen şeye…
Bu sürdürülebilir değil. Toprağı fakirleştiriyor ve çiftçiyi bir şekilde göçe zorluyor. Yani 10 yıl sonra o toprakta çiftçi daha fazla pestisit atmak daha fazla zehir atmak zorunda kalıyor ve hem kendini hem de tüketiciyi bir şekilde zehirlemiş oluyor.
Yaprak Özer: Popüler bir konuyu gündeme getireyim “glüten intoleransı”… Eskiden ekmek yiyip de kötü olan birileri yoktu bu yeni moda mı?
Oya Ayman: Biraz moda var tabii işin içinde ama şöyle bir şey var. Beslenme konusu çok daha ayrı bir konuşma konusu ama çok kısaca bahsedeyim. Çok derin bir konu aslında.
Aslında glüten ekmek yapımında istenilen bir maddedir. O süngerimsi yapıyı ve yapışmayı yani kolay yoğrulmasını ve hamuru bir arada tutmayı sağlar. O anlamda glütene en çok ekmek yapanlar ihtiyaç duyar. Bu anlamda aslında ekmekle hamur yapmak için geliştirilerek elde edilmiş buğdaylar daha fazla glütenli olmaya başladı. O fazla glüten vücudumuza da fazla gelmiş olabilir. Sadece şunu söyleyebilirim; buğdayda GDO henüz laboratuvar aşamasında. GDO’lu buğday piyasada yok. O anlamda buğdaydaki gelişme ve o değişiklik bir şekilde aslında pek çok bitkinin kültürü alınması sürecinde yapılan seçilim yöntemiyle melezleştirme çalışmasından bahsediyorlar. Yani bir GDO, laboratuvarda çalışma söz konusu değil. Antik buğdaylar siyez, kavılca… daha az glüten içeriyor. Onları yerel üretim açısından ve yerel buğdayların yenmesi açısından tercih etmekte fayda var.
Yaprak Özer: Peki nasıl bileceğiz, ne alacağımızı? Yamuk yumuk, üzerine sinek konana mı gideceğiz?
Oya Ayman: Şöyle ki tabii ki bir gıdanın içerisinde eğer böcek ya da kurt varsa orada tarım zehri olmadığı bir şekilde aşikardır. Ama biz kurtlu şeyler yemek zorunda değiliz. Yani organik olması demek ya da doğa dostu olması demek… Ben kendim de sebze meyve yetiştiriyorum. Gayet de kurtlu yetiştirebiliyorum. Bu tamamen toprağın çok iyi olmasıyla toprağın çok zengin olmasıyla ilgili bir şey. Bitkinin böceklere ve hastalıklara karşı dayanıklı olması ve tohumlarla ilgili bir şey… Yerel tohumdan elde edilmiş gıdaları tercih etmek, direkt çiftçiden alışveriş etmek, nasıl yetiştirdiğini bilmek yani taşın altına elimizi sokmamız gerekiyor. Kolaycılıksa, eğer ayağımıza gelmesini istiyorsak her şeyin, bunun bedelini parayla ödemek durumunda kalacağız paramız yoksa birtakım organizasyonlar var bu konuda… Türkiye’de büyük şehirlerde 18 tane ekolojik pazar var. Oralara gidip oralardan alışveriş edilebilir. “…ekolojik pazarda organik sertifika konusunda endişelerim var, oturduğum yerde organik pazar yok…” diyebilirler. “Yüzde yüz ekolojik pazarlar”dan alışveriş edebilirler. Çünkü yüzde yüz ekolojik pazarlar Buğday Derneği’nin de aynı zamanda denetlediği ve arada bir pestisit kontrolünün tezgahlardan meyve sebze ürün alarak yapıldığı pazarlar. Orada organik sertifika üretiminin dışında 2-3 ayrı denetim mekanizması daha var. O anlamda “yüzde yüz ekolojik pazarlar”da rahat yüzde yüz organik olduğundan emin olarak satın alabilirler. Üstelik çiftçiyi tanıyorlar bu pazarlarda. Muhabbet kuruyorlar, sorularını sorabiliyorlar, nasıl yetiştirdiğinden emin olabiliyorlar. Eğer bulundukları yerde yoksa “yüzde yüz ekolojik Pazar”, o zaman “gıda toplulukları” son 5 yılda arttı. İstanbul’da çok sayıda gıda topluluğu var. Kadıköy’de, Üsküdar’da, Beşiktaş’ta, Taksim’de gıda toplulukları var.
Yaprak Özer: Gıda toplulukları nedir?
Oya Ayman: Sağlığına dikkat eden ve doğa dostu üreticiyi desteklemek isteyen ve bu ekolojik ekonominin yaygınlaşmasını isteyen türeticiler bu toplulukları buluyorlar ve diyorlar ki, “…benim 15 günlük ya da haftalık meyve sebze bakliyat kuru gıda ve peynir hayvansal ürün ihtiyacım budur…” Bir liste var doğa dostu çiftçilerle ilgili. O listeden sipariş veriyorlar. Çiftçilerden o ürünler toplu olarak belli bir merkeze geliyor ve belli dağıtım günlerinde gidip o ürünleri alabiliyorlar. O gıda topluluklarında yer alan bazı gönüllü insanlar gidiyorlar kontrol ediyorlar onlarla konuşuyorlar. Siz de kendi gıda topluluğunuzu kendiniz kurabilirsiniz diyoruz… Aynı işyerinde çalışanlar aynı mahallede oturanlar komşuluk edenler bir araya gelip bu gıda topluluklarından bazı çiftçi listelerini edinip kendi tanıdıkları çiftçilerden de bir şekilde kendi ürünlerini elde edebilirler. Burada önemli olan şey taşın altına elini koymak.
Ben İzmir’de üretici olarak da gıda topluluklarıyla ilişki halindeyim. Aynı zamanda da topluluk destekli tarım yapıyoruz. Bu da başka bir yöntem.
Yaprak Özer Topluluk Destekli Tarım nedir?
Oya Ayman: Diyelim biz 4 arkadaş ya da akraba ya da komşuyuz. Sen haftada 4 kilo domates tüketiyorsun, öbürü 3… Sezonluk domates, patlıcan ihtiyacımızı neyse belirliyoruz. Diyelim bir sezonda 500 kilo domates ihtiyacımız var. Üreticiye, “…sen bize 500 kilo domates üretir misin? Zehirsiz olmasını istiyoruz ve sana alım garantisi veriyoruz. Çünkü bugün çiftçinin en çok zorlandığı şey ürününü doğrudan pazarlamak… Tüketicinin cebinden çıkan paranın yüzde 75’i aracılara ve son pazarlamacıya gidiyor. Çiftçinin cebine çok az para giriyor. Üreticiyle doğrudan bir ilişki kurup alım garantisi vererek ürün almak hem cebimizi hem sağlığımızı koruyor.
Yaprak Özer: Dijital çözüm var mı?
Oya Ayman: Birtakım e-ticaret siteleri var. Direkt kendi sipariş listelerini yayımlayan çiftçiler var. Kargoyla kapına kadar gönderiyorlar. Fakat Corona sürecinde kargoların gecikmesi gibi bir problem var. Gıdada gecikme çok ciddi bir problem. İkincisi çok ciddi maliyetler. Şöyle rakamlar ortaya çıkıyor o zaman. Aslında normalde kilo başına 10 liraya alacağım ürün 15 – 20 liraya almak… Kargo parası yüzünden… Siz maskenizi takıp… Burada İzmir’de gıda toplulukları… benim çalıştığım topluluk destekli tarımda patates ve kuru fasulye ürettiğim Gediz Ekoloji Topluluğu www.gidatopluluklari.org sitesinden nasıl gıda topluluğu kurulabilir bilgiler yer alıyor. Gediz Ekoloji Topluluğu, Corona sürecinde yaşlı-dışarıya çıkamayanlara, üreticiler bütün o siparişleri kendileri sosyal mesafeyi korumak için siparişe göre tek tek kese kağıdına koydular ya da poşetlediler. Ürünleri alt katta yaşayan bir arkadaşımızın balkonuna getirdiler. Dağıtıma gelenlere balkondan verdi fiziksel mesafeyi koruyarak… İnsanlar ne kadar ödeyeceklerini bildiği için para alışverişi olmasın diye bozuk para getirdiler onu da zarfın içine koydular. Olabiliyor isteyince… Yaşlılara da o topluluğun gençleri kapılarına kadar götürdü.
Yaprak Özer: Buradan sürdürülebilirliğe geleceğim firmaların sürdürülebilirlikleri ve o niyete anlattıkları konular birbirlerine pek uymuyor. Neredeyiz nasıl olacak onu bilmiyorum.
Oya Ayman: Biz ekolojik yaşama giriş konusunda iki günlük bir paylaşım (eğitim) yapıyoruz Buğday Derneği olarak… sürdürülebilirlik derken yaşamın bütününün sürdürülebilirliği sadece bireysel sürdürülebilirlik değil, hatta insan türünün sürdürülebilirliği değil bütün gezegenin sürdürülebilirliğinden bir bütünün sürdürülebilirliğinden bahsediyoruz.
Sürdürülebilirlik dediğimiz şey yaşamın bütününde bütün türlerin bu ekolojik bütün içerisinde kendi yaşamlarını sürdürebileceklerini ve temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir bütünün içerisinde fayda sağlayarak yaşamaları anlamına geliyor. Yoksa öbür türlü sadece bir ekonomik bütün ya da bir şirketin sürdürülebilirliği daha farklı bir anlayış…
Devamlılık gibi bir durum söz konusu orada ama bütünden kopuk düşünmememiz gerekiyor. Ayak izimizi bir şekilde… Çünkü eğer dünya sürdürülebilir gezegen sürdürülebilir olmazsa biz istediğimiz kadar sürdürülebilirlikten bahsedelim hiçbir işe yaramıyor.
Yaprak Özer: Ne kadar oldu köy hayatına geçeli?
Oya Ayman: 6 yıl oldu.
Yaprak Özer: 6 yılda kentliden köylü olabiliyor mu?
Oya Ayman: Valla köylü olmak başka bir şey … Öyle kolay bir şey değil. Yeni köylü diyorlar bizler için. Daha kent kökenli bir insanım. Benim ailem de sonuçta kentte yerleşik. Buraya geldiğimde çok patinaj çektim. Çok zorluk yaşadım. Ellerimi kullanmayı bilmiyordum. Çok ciddi sakarlıklar yaşadım. Sonra zihin, beden ve bir şekilde bütünlüğü sağlamakta güçlük çektim çünkü kafa işi yapıyoruz ya biz… Gazetecilik dediğimiz şey, evet arazide de koşturuyorsun ama beyinle yaptığın bir şey… O kadar çok çalıştırıyoruz ki beynimizi, ben bedenimi çalıştırmayı unutmuşum. O senkronizasyon çok önemli onu sağlayıncaya kadar bir patinaj çektim. Yani onlar çok kolay şeyler değil.
Ben bir çiftçi gibi sabahın köründe tarlaya gitmiyorum. İnternette de arazide de vakit geçiriyorum yani çiftçilik yapıyorum ama bir köylü gibi çiftçilik yapamıyorum. Yani zaten yaşım gereği de o kadar fazla toprakla uğraşamıyorum… Bence bizim gibilerin yapacağı bir şey var yeni köylü olarak…
Yaprak Özer: Ne var?
Oya Ayman: Köprü oluşturmak… Aslında kırla kent arasında köprü oluşturmak. Çünkü köprülere ihtiyaç var. Biz köylü olmaya çalışmamalıyız. Yani o başka bir şey… Tamam kentten de ayrıldık madem bizim üzerimize düşen bence kırla kent arasında kırsalın sadece ekonomik refahı değil sosyal refah için de kentliyi onlardan haberdar etmek kentliyi daha kıra bakabilir onu daha iyi anlayabilir şekilde o bağları köprüleri oluşturmak diye düşünüyorum.
Yaprak Özer: Burada anlatıldığı kadar akışkan ve kolay değil belli ki…
Oya Ayman: Yok öyle çok romantik değil. Şöyle bir şey söylemek istiyorum. Mutlaka kıra gitmek gerekmiyor ekolojik yaşamı desteklemek için. Kentte de ekolojik yaşamı destekleyebiliriz. Önemli olan adım atmak. Yani böyle dünyaları kurtaracağım gibi bir durum değil aslında. Çok küçük küçük adımlar çok büyük değişimlere ve dönüşümlere neden olabiliyor. Bir söz var biliyorsun Corona sürecinde de bunu yaşadık zaten. İşte Çin’de kanat çırpan bir kelebek Atlantik’te fırtınaya neden olabilir diye… Gerçekten Çin’de ortaya çıkan virüs, bütün dünyada fırtınaya neden oldu. Aslında ekoloji böyle bir şey. Bunu bize bir virüs gösterdi. Bugün burada canlıların öldürülmesi kirlilik yaratmak bizim suyu açtığımızda işte kullandığımız temizlik malzemesinden hangi gıdayı seçtiğimize kadar atacağımız ufacık bir adım kentte de yaşıyor olsak neyi seçtiğimiz orayı desteklememizle ilgili ve o alanı o doğa dostu sistemi ekolojik yaşamı daha fazla destekliyor. O anlamda kentte de yapılacak çok fazla şey var hem üreticileri destekleyerek hem de bu konuda çalışan birtakım kuruluşları da destekleyebiliriz bu anlamda ve kendimiz de taşın altına elimizi koyarak neyi yapabiliyorsak nereden başlayabiliyorsak… Önemli olan niyet.