Gülüş Türkmen “Sürdürülebilir ebeveyn” konusunda çalışıyor. Çocuklarla iletişim, yanı sıra kültürler arası iletişim ve kültürlerarası ebeveynlik konularında uzman. Sürdürülebilir ebeveynlik dışında üstün potansiyelli yetişkinlerin duygusal durumu, anne baba ve çocuk üçgeni içerisinde çocuk halleri çalışma alanlarından satırbaşları.
Bunun da uzmanlığı olur mu diyeceksiniz muhtemelen; yap çocuğu ol ebeveyn. Keşke diyesim var. Olmadığını görüyorum…
Salgın süresinde de gördük ki, baş etmemiz gereken konuların başında çocuklarımızla ilişkimiz geliyor. Eve kapanan anne babalar adeta yeni ebeveyn oluyor gibi acemilik yaşadılar. Meğer kariyerler ebeveyn olmanın üzerini örtüyormuş.
Her çocuğu olan ebeveyn olmayabiliyormuş meğer!
Gülüş Türkmen beni uyardı; “Sürdürülebilir iyi ebeveynlik” demenin doğru olacağını, çocuk doğunca ebeveynliğin otomatik olarak geldiğini, farkı yaratanın “iyi” ve “sürdürülebilir” kelimelerinin altında yattığını iddia etti.
Yaprak Özer: Kime göre iyilik neye göre iyilik olgusundan söz ediyoruz… Örneğin firmanın sürdürülebilirliğini gösterebilmesi kriterlerle tanımlıdır. Sürdürülebilir ebeveyn olmak için ne gerek? Çocuğun iyi bir okula gitmesi, terbiyeli olması, sportif olması gibi anlam mı yüklemeliyiz yoksa sürdürülebilir iyi ebeveyn olma hali başka konuları mı getiriyor?
Gülüş Türkmen: İyiden bahsetmek için önce bunun kötüsüne de bakmak lazım… Sürdürülemez ve kötü ebeveynlik nasıl oluyor? Hayalindeki kişi olamıyorsun. Önce hayalinde bir çocuk var belki; uslu, akıllı, akademik anlamda başarılı, seni iyi temsil eden bir çocuk… Ama bakıyorsun ki, çocuk büyüdükçe yaramaz oluyor, hiçbir dediğini yapmıyor… Sen de patinaj yapmaya başlıyor, saç baş bir tarafta bir kadına dönüşüyorsun. Olduğun kişiden bambaşka bir yere savruluyorsun. Laf dinletemiyor, kendinden geçiyorsun… İşte bu sürdürülemiyor. Sonunda birinden biri hasta oluyor ya da iletişim kopuyor, mutsuz olunuyor.
Bir de “iyi” ama sürdürülemeyeni var. Çocuk doğar doğmaz elimize bir sürü kitap alıyoruz; ebeveynlik kuralları… Bir sürü ekol türemiş; çocuk nasıl sevilir, nasıl beslenilir, en iyi nasıl bakılır… uyku metotları var “Bebek nasıl uyutulur?”, aman ağlatmayın… şu kadar elinizde tutun, şöyle sallayın falan… Varımızı yoğumuzu 24 saatimizi bebeğe vermeye başlıyoruz… Kısa bir süre içinde anne tükeniyor, kendine zamanı kalmıyor; sürdürülemez metotlar var.
Yaprak Özer: Bugünkü annelerle geçmiştekiler arasındaki farklardan biri bloglar ve anneler arası güçlü iletişim…
Gülüş Türkmen: Psikoloji dediğimiz şey hepi topu 150 yıldır var insanlık tarihinde… Ve olağanüstü şeyler keşfediliyor. Freud’dan başladı, çocuklara ebeveynliğe nihayet eğilim gerçekleşti. Ebeveyn kavramı zaten 13-15’inci yüzyıllarda başlamış. Düşünün ne kadar geç gelmeye başlamış… Sonra nihayet 17-18’inci yüzyıllarda “çocuğa hakkını iade edelim, o da bir birey” demeye başlıyorlar. Sonunda psikoloji bilimiyle birlikte şunun farkına varılıyor ki, aslında anne babanın çocuğa davranış şekli bir yetişkinin bütün hayatını etkiliyor. İşte bu çok büyük bir buluş, bir taraftan da çok büyük bir vebal. Biz anneler şunu öğrendik… Biz neyi yanlış yaparsak o çocuğun hayatında etkiye sebep olacak… Ama yanlış yapmamamız da pek mümkün değil biz de insanız, zorlu yol!
Bir taraftan psikoloji bilimi bir bilim olarak çok güzel ilerliyor ama bir taraftan da bu bilimin biz bireylere yansıtılma şekli var. Kitaplarla kulaktan kulağa… Bir uzman bir şey söylüyor başka bir uzman onun söylediğini alıp başka bir şekle çeviriyor… Kulaktan kulağa yavaş yavaş bilimsellikten uzaklaşarak dönüşen bir söylem var. Bizim okuduğumuz kitaplar maalesef basitleştirilmiş çok süzülmüş söylemler… Basitleştirilmiş şeyler de yanlış yöne doğru gidebiliyor… Dolayısıyla sürdürülebilir iyi ebeveynlik bize, kaynaklara dönmeye ve kendi kafamızı kullanarak çocuğumuza-kendimize-yaşadığımız döneme bakarak doğru karar vermeye yönlendiriyor.
Yaprak Özer: Konuşurken ebeveyn olarak anneyi kastediyor gibiyiz ya da ben öyle algılıyorum. Baba bu resmin içinde değil mi, nerede? Kültürler arasında ebeveynlikle de mukayese eder misiniz? Türk tipi bir ebeveyn var mı?
Gülüş Türkmen: Baba faktörü o kadar önemli ki iyi ebeveynliğin sürdürülebilmesi için… Aslında babanın ne olduğunu annenin ne olduğunu ve bu ikisini nasıl zihnen eşitleyebileceğimizi görmemiz lazım. Yakın geçmişte ebeveynlik tarihi üzerine bir kitap ele aldık. Henüz yayımlanmadı… Şunu çok da şaşırarak fark ettim; 15. yüzyıldan itibaren annelik kavramı bugüne kadar pek de değişmeden gelmiş, insanların aklına gelen şey emzirmek alt değiştirmek beslemek temizliğine yardımcı olmak … Babalık etmek deyince de bütün finansal ve akademik altyapıyı yapmak, çocuğun akademik, etik eğitimi vs. babaya kalmış… Şöyle bir şey çıkıyor ortaya; ayak işlerini anne yapıyor bütün üst işleri de baba… Böyle bir imaj var hakikaten… Ataerkil sistem böyle bir şey zaten… Kafayı babalar / erkekler dolduracak… Neyle doldurulacağına da onlar karar verecek…
Anne de iş bitince evdeki temizliği yapacak ertesi güne hazırlayacak ortamı… Sanki öyle bir yaklaşım… Aslında 15. yüzyıldan beri bilinçaltımızda bu var… Şimdi bu anneliğin kutsallaştırılması da işte anne sen şöyle kıymetlisin şöyle önemlisin… Anneler çocukları için saçlarını süpürge eder… Çocukları için kendilerini feda ederler… aman da ne kadar da değerliler!… Aslında bu bir pohpohlama…
Ne zaman babaların annelik, annelerin de babalık yapabileceğini görebilir ve ne zaman buna izin verebilirsek o zaman bir eşitlik olacak… O zaman gerçekten sürdürülebilir iyi ebeveynler olacağız hep birlikte…
Yaprak Özer: Anneyle babanın özverisiyle olabilecek olan bir şey değil mi?
Gülüş Türkmen: Evet yani medeniyete giden yolun aslında bu rolleri yeniden değerlendirmek olduğunu düşünüyorum.
Yaprak Özer: Anne olmak çok özel bir şey… Değişiyor mu kültürden kültüre?
Gülüş Türkmen: Kesinlikle değişiyor. Kutsallık söylemine katılmıyorum. Neden babalık kutsal olmasın ki? Yani kutsalsak hepimiz kutsal olalım… Çünkü şunu fark ettim. Kutsallık altında aslında bir şiddete meyil de barındırıyor. Yani çok uç noktada sevdiğiniz bir şeyden çok çabuk nefret edebiliyoruz. Hani nefret doğurmasa ve biz hepimiz Allah’ın kulları olsak ama hakikaten değerimiz bilinse…
Belçika’ya gittiğimde lise arkadaşım davet etti. Pastamı ve iki çocuğumu aldım ve gittim. Beni mutfağına aldı. Türk kadını olarak rezil rüsva olurdum böyle kirli bir mutfak görmemişsinizdir Evin içinde biri 2,5 yaşında biri de işte 9 aylık falan iki velet var şu çok dikkatimi çekti… Hiç gocunmadı arkadaşım… Çünkü o kimliğini anneliği üzerinden tanımlamıyor, annelik ya da ev hanımlığı onun için en önemli şey değil… O bir dansçı… şu anda dans yapamıyor çocuk baktığı için… Evin neye benzediği onun dansçı kimliğini hiçbir şekilde etkilemediği için gocunmuyor. Biz ise atfedilen en önemli en kıymetli kimlik anneliğimiz olduğu için “iyi annelik” yaptığımızı göstermek zorundayız.
Tarık Solmuş’un güzel bir kitabı var… Geniş bir araştırma yapıyor Türkiye’de ve farklı şehirlere giderek annelere “Çocuğunuza iyi bakabildiğinizi düşünebiliyor musunuz? Her şey yolunda mı? Çocuğunuzla ilişkiniz iyi mi?” diye soruyor. Yanıtlara bakarsanız, bütün annelerin çocuklarıyla harikulade bir ilişkisi var.
Kimlik o kadar baskın ki, annelik kutsaldır… Sen de bu işi yapmazsan anne değilsin… Anne değilsen de insan değilsin… O kadar yüklenmiş ki… Bunu söyleyemiyor bile… Kim bilir neler yaşıyor ama ifade edemiyor bir anket önüne geldiği zaman… Bu çok vurucu gelmişti bana…
Yaprak Özer: Konuyu salgına getirmek istiyorum. Ne yaşadık salgında izolasyonda? Teşhisleriniz neler oldu? Annelik rollerimiz ya da ebeveyn… Sürdürülebilir ebeveyn olmayı benimsedik mi?
Gülüş Türkmen: Farklı açılardan yaklaşmaya çalışayım. Öncelikle kendimizle ilgili ne öğretti bu süreç bize? Çünkü içeri kapandığımız zaman dışarısıyla bağlantımız kesildiği zaman biz aslında her şeyden önce kendimizle baş başa kaldık. Evet… Evdeki ahaliyle baş başa kaldık. Çocuklar eşiniz vs. ama bir de kendimizle baş başa kaldık. Kendimizi acaba ne kadar gözlemleyebildik? Bu süreci nasıl geçirdik? Kriz anında nasıl tepki veriyoruz? Bunları gözlemleyebildiysek bu bize iyi bir başlangıç noktası olur diye düşünüyorum.
Üç temel kişilik varmış gibi düşünebiliriz… Paranoyak, dengeli, gerçekleri saklayan. Paranoyak kişiler için tam bir ortam oldu… Aman elinizi hiçbir yere değmeyin… Dakika başı elinizi yıkayın… Maskeler takın dedikleri zaman neredeyse kendi normallerini yaşamaya başladılar. Zaten her gün her yeri siliyorlardı, aynen devam ettiler… Bir taraftan da kendilerini çok ciddi şekilde kısıtladılar. Çok çok bunalsalar bile… Bu, psikoloji onları zorlasa da hak tanınsa da hiç çıkmadılar… Mesela yavaş yavaş kuaförler açıldı… Paranoyak kişiler hiç çıkmamış olabilirler… Bu, onlara başka bir yerden zarar veriyor.
Ondan sonra dengeli yaklaşım var… O en zoru… O dışarıda çok ciddi bir tehlike var. Ama ben de burada daha uzun süre bu şekilde yaşarsam başka bir şekilde kendime zarar vermeye başlayacağım. Bu aşırı uzatılmış süreçte benim hava almam güneş görmem mümkün değil… İnsanlarla sosyalleşmem mümkün değil… Ekran bağımlısı olmaya başlıyorum. Çocukları çıkarmak lazım… Çocukların sosyalleşme ihtiyacı çok yüksek ve önemli tedbirleri alıp olabildiğince güvenli bir şekilde bir parça da risk alarak dışarı çıkmak… Dengeli bir yaklaşım biraz daha bu olurdu.
Bir de gerçekleri kamufle eden bir yaklaşım var ki, ben Türkiye’de buna çok rastlıyorum. Yani çocuklarla bir kere açık konuşmamak; “Yok bir şey… Her şey yolunda… Ama sen yine de ellerini oraya değme…” Sanki çocuğa söylersem çocuk büyük bir travma geçirirmiş gibi… Bu da son derece tehlikeli bir yaklaşım… Çocuklarla iletişimde mesela “çocuğa bağırdım çok mu kötü oldu?” diye sorar… Hayır hayır kötü olmadı… Sen sinirliysen öfkeliysen öfkeni yansıttın… Bağırırken ne dediğindi önemli olan… Yani çocuğu aşağılamadıysan sadece çok kızgın oluğunu söylediysen… Biraz da sesin yükselmiş… Bu hayat… Çok sinirli olup da sinirli değilmiş gibi yapmaya çalışırsanız işte o yüz ifadesi o çelişkili tavırlar çocuğa çok daha tuhaf geliyor.
Yaprak Özer: Üç tiplemenizi söylediniz… Paranoyak, dengeli, bir de gerçekleri kamufle eden… Denge nedir? Ne demeliler nasıl anlatmalıydılar? Bundan sonra bıkkınlık alışmışlık gibi tehlikeler de giriyor. Ne yapmalılar?
Gülüş Türkmen: Bu tam bir kriz yönetimiydi işte… Hala da devam ediyor. Kriz yönetimi şöyle bir şey… Bilinmeyen bir şey geldi… N’oluyor bilmiyoruz anlamıyoruz… Ne kadar sürecek bilmiyoruz. Nasıl davranacağımızı da bilmiyoruz. Dolayısıyla öncelikle gerçekleri kamufle etmeme yoluna gitmek lazımdı. Yani çocuğun yaşına uygun olarak ne biliyor, anlıyorsak yaşına uygun ölçüde söyleyebiliriz; “Dışarıda mikrop var. Mikrop bizi hasta eder. Tehlikeli… İlaç yok… Dolayısıyla eldiven takacağız maske takacağız… Elimizi yıkayacağız vs… Dışarı da çıkmayacağız…” Ne kadar süreceğini bilmiyorduk… Aşı beklendi, yazın geçer dendi… Baktık ki, geçmedi. Artarak da devam ediyor şu anda…
Yaprak Özer: Dengeli ebeveyn çocuğuna yazın geçecek dedi ama yalancı çıktı ne demeliydi?
Gülüş Türkmen: Dengeli ebeveyn, “yazın geçecek” dememeliydi. Dengeli ebeveyn bilmiyoruz da diyebilmeli… Bilim nasıl bilmiyorum diyebiliyor. Mesela şimdi soruyoruz aşı ne zaman çıkacak… Bilmiyoruz diyorlar, değil mi?
Biz de bilmeyebilmeliyiz ve bilmemek sorun olmamalı… Kamufle etmek, kendinden de kamufle etmeye geliyor, ilk kapandığımız günlerde bunu hepimiz yaptık… Çocuklara internetleri, televizyonları açtık… Çok sıkıldılar arkadaşsız kaldılar… abur cubur verdik, biz de yedik… Başladık evde tatlılar pastalar kilolar almaya başladık… Evet bir olağanüstü hal var… Sıra dışı bir şey yapıyoruz ama sürdürülebilir değil… Umduk ki, 3 ay sonra kapılar açılsın normalimize dönelim. Normalimize dönemedik bu sürecin ne kadar uzayacağını bilemiyoruz. O zaman B planına geçmemiz lazım artık.
Yaprak Özer: Ebeveynin, “ben de korkuyorum” diyebilmesi normal midir? Anne ya da baba korkusunu paylaşabilir mi çocukla? Ya da ne kadar paylaşmalıdır? Endişe normal bir duygu mudur? Yansıtılabilir mi? Dengeli olacaksa biz bunu paylaşalım diyebilir miyiz?
Gülüş Türkmen: Endişe ve korku farklı… Bu da zaten bütün cevabı belirliyor. Yani burada bir kez daha hep denge düşünmek lazım… Endişe dengeli bir şeydir. Günlük hayatta endişeli olmak iyidir. Karşıdan karşıya geçerken bir araba geliyor mu diye endişeyle bakmak hiç fena bir şey değildir. Ama korku, karşıdan karşıya geçememek araba gelir diye… Bu toksik bir şeydir. Hiç sağlıklı değildir. Korku, çocuklara yansıtmayı bir kenara bırakın bir yetişkinin yenmesi gereken bir şeydir. Eğer bir konuda bir korku yaşıyorsak ve bu bizi paralize ediyorsa çocuğu da paralize eder ve bu hem çocuk hem kendimiz için sağlıksızdır. Pandemi döneminde işte o paranoyayı belki fark etmemizi sağlamış olabilir ki, hangi birimiz paranoyaktı bilmiyorum… Ben şahsen paranoyak bir davranışa girmedim, çocuğuma asla korkuyorum, ölecek miyiz acaba demek zorunda kalmadım. Ama çocuğuma şunu açık açık söylüyorum. “Başka yol bulamadığım için kışın ortasında evde kapalıyız günlerdir ve sen de sıkılıyorsun arkadaşın yok bütün kitaplarını okudun bütün oyuncaklarınla oynadın… Başka bir yol bulamadığım için sana daha çok ekran veriyorum ve üzülüyorum. Ama bu artık ikimizin ortak işi… Yani sen de bırakabilmelisin. Çünkü ben sadece tek başıma idare edemem” endişemi dile getirdim. Bu süreçten hepimiz bir şekilde yaralı çıkacağız. Bunu artık kabullenelim bunun yasını tutalım… Ama amacımız burada elde olanı korumaktır. Akademik başarı mı daha önemli yoksa ruh sağlığını korumak mı daha önemli? Bence şu anda ikincisi…
İkincisini sağlam tutmak daha önemli… Dolayısıyla minimal ölçülerde çocuklarla temas arkadaşlarla bire bir – teke tek oyunlar… Okul ne diyorsa onu yapmak… çünkü inanın her şeye karşı çıkacak sebebimiz var. Okul gelin dese “…ay ne kötü, okul gelin diyor” deriz. Gelmeyin dese “ay ne kötü okul gelmeyin diyor” diyeceğiz…
İnanın her karar, hem iyi hem kötü… hükümetler ne diyorsa onları yapacağız çoğunluğa uyacağız, böyle durumlarda çoğunluğa uymak daha az zarar veriyor.
Yaprak Özer: Ne tür sorular geliyor ebeveynlerden?
Gülüş Türkmen: Helikopter ebeveynlerden geliyor en çok sorular… En son gelen soru şöyle bir şeydi… “3,5 yaşında bir bebeğim var. Kendi kendine oynayamıyor hep bana yapışık… Ne yapabilirim?” Dedim ki, “önce 3,5 yaşında bebek olmaz. 3,5 yaşında çocuk olur… Ve normalde 3,5 yaşında bir çocuk gayet güzel kendi kendine oynar ama bebek olarak düşündüyseniz onu ve aşırı korumacı büyüttüyseniz o da sizin korkunuzu sünger gibi çekmiştir ve tabii ki sizden ayrılmak istemez. O da korkuyor… Çünkü siz ona dünyanın korkutucu bir yer olduğunu öğretmişsiniz… Ve ben seni koruyorum. O zaman doğal olarak o da annesini yanında isteyecek…”
Ben bir pedagog psikolog olmadığımın altını çok iyi çizmiş olmalıyım ki, bu konuda çok çok fazla soru almıyorum, sohbetler sırasında kişisel sorular geliyor. En çok hangi okulu seçeceğimle ilgili sorular geliyor. Hepimizin bildiği gibi eğitim iyi durumda olmayan bir sistem… Ve iyi bir cevap da pek yok aslında orada… Hangi grup daha az endişeli soracak olursanız, en baştan işleri doğru götürmüş olan ebeveynler gitgide rahatlıyorlar. 6 yaştan sonra çok daha rahatlar 12’den sonra hepten rahatlar… Akademik anlamda birkaç endişe olabiliyor tabii ki… Ama aşırı korumacı ebeveynler hep artarak giden trendde…
Yaprak Özer: Türkiye pek çok kültürden oluşan bir ülke… Kentler farklı İstanbul onların arasında daha farklı, kendisi bir ülke kadar büyük… Kırsalda yaşayanlar var. Onları hiç görmüyoruz duymuyoruz? Ne tür ebeveyn kimliklerine sahibiz?
Gülüş Türkmen: Aşırı korumacı dediğimiz helikopter ebeveynler büyük şehirlerdeki ebeveynler diye düşünüyorum. Kırsallarda daha doğal bir şekilde çocuk yetiştirdiklerini tahmin ediyorum. Türkiye’de gözüme en çok çarpan Belçika’da büyümüş biri olarak, imalı iletişim!… Çünkü çocuklarla iletişimde en çok zorlayan şey o… Aslında dümdüz bir iletişim kurabilseydik birbirimizle o zaman çocuklarla çok çok daha kolay anlaşacaktık.
Yaprak Özer: Ne demek imalı iletişim? Neyi kastediyorsunuz? Siz neyi ima ediyorsunuz?
Gülüş Türkmen: İma şöyle bir şeydir. Birisine misafirliğe gidersiniz. “Çay ister misin?” diye sorar. “Hiç zahmet etmeyin” dersiniz. Bu aslında bir üstü kapalı iletişimdir. Çünkü “istiyorum”u da “istemiyorum”u da söylemez. Kişinin isteyip istemediğini çıkarmak size kalmıştır. Kocası eve gelir karısını somurturken bulur. “Neyin var” der… “Yok bir şey” der kadın… Burada yine bir çelişki vardır ve bir şey yok dediği için de ne olduğunu adamın kendi çıkarması gerekir.
Yaprak Özer: Çocukla nasıl oluyor bu iletişim? Yani bu kapalı iletişim dediğinizde baba çocuk ya da anne çocuk arasında neden söz ediyoruz?
Gülüş Türkmen: Bence şu var… Bir kere hakikaten çocuklarla yetişkin gibi konuşmaya çalışıyoruz. Mesela dokunmasını istemediğimiz bir şeye, ama ona dokunmuyoruz, (sevimli bir şekilde) yapıyoruz… yüz ifadesine ses tonuna çocuk bakıyor “E bu çok güzel bir şey…” Dolayısıyla orada olumsuz bir şey olduğunu düşünmüyor, dokunuyor. “Ama dokunmuyoruz demiştim sana” (Çocukça konuşarak…) falan yapıyoruz. Tekrar çocuk dokunuyor. En sonunda sinirleniyoruz belki de vuruyoruz çocuğa… Çocuk için çok büyük bir şok. Birden bire o tatlı kadın gitti yerine öfkeli bir şey geldi; nasıl güvenilmez bir insan… Ne yaptığı belli değil. Büyürken bile böyle inanın… Yani yüz ifademizle söylediğimiz şey bambaşka… Mesela eğer sebze yemesini istiyorsak çocuğa sebze ister misin diye sormayacağız sormamalıyız… Çünkü sebze ister misin diye sorduğumuz zaman… “evet” ya da “hayır” opsiyonlarına açık bırakmış oluyoruz. Çocuk “istemem” dediği zaman, “ne demek istemem, yenecek” dediğimiz zaman çocuk neyle karşılaştığını anlamıyor. Bu kopuk-imalı iletişim çok fazla var. Bir yetişkin olsak biz anlardık; “…Sebzeden başka bir şey yok sana onu vereceğim. Bunu nazikçe söylüyorum haberin olsun…” ama çocuk anlamaz.
Yaprak Özer: Özel yetenekli ya da özel kabiliyetli potansiyeli yüksek çocuklardan mı söz ediyoruz yoksa yetişkinlerden mi söz ediyoruz? Sizin oradaki uzmanlığınız ne?
Gülüş Türkmen: Uzman olarak değil ben bizzat şahit olarak aslında buradayım. Eylül ayında “Hiper Kadın” adı altında Sola’dan bir kitabımız çıkacak… Tuğba Asmazoğlu’yla birlikte kaleme aldığımız bir kitap… Tuğba dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluk mağduru… Ben de üstün potansiyelmişim ama bundan hiç haberim yoktu. Kadınsanız eğer özellikle, bazı özel tanılarınızı çok geç alıyorsunuz. Bu biraz kadının toplumda geri planda kalmasıyla da ilgili… Kendini zaten olabildiğinden aşağıda görmesiyle de ilgili… Dolayısıyla biz burada işin duygusal destek kısmındayız.
Yaprak Özer: Sizi dinlerken şöyle bir çıkarsama yaptım açıkçası… anne olmak, öğrenmek için bir fırsat galiba… ebeveyn olmak kendine ayna tutmak gibi bir noktaya geliyor.
Gülüş Türkmen: Her şeyi çocuk sayesinde çok daha rahat çok daha hızlı keşfediyoruz. Daha hızlı değişiyoruz haklısınız. Önce öz keşif ondan sonra da dünyayı keşif… Aslında çocuk size bütün evreni küçük bir kar küresinin içinde sunuyor. Dolayısıyla çocuğu keşfetmek biraz kendinizi keşfetmek… kapatmayın ne kendinizi ne çocuğunuzu…